28 Mart 2024 - Perşembe

Abidin Dino Hayatı ve Sözleri | DemliSözler.com - Hayata adanmış demli sözler ve hayatlar

Sayfamızda Sanatçı, Ressam Abidin Dino hakkında bilgiler yer almaktadır. Kısaca Abidin Dino Kimdir? Hayatı ve Sözleri derlenmeye çalışılmıştır. DemliSozler.com, Sözler, Aforizmalar, Bugün doğanlar, Bugün ölenler, Kimler geldi, kimler geçti, Biyografiler, Kısa Hayatlar, Demli sözler, kimin sözü, söz sahibi, sahibinden sözler, demli, sözler, demli sözler, alıntılar, hayatlar, kim söylemiş

Abidin Dino

Abidin Dino - Abidin Dino Sanatçı, Ressam
Doğum Tarihi : 23 Mart 1913
Ölüm Tarihi : 7 Aralık 1993
Koç Burcu
Abidin, 23 Mart 1913’te, İstanbul’da Saffet Gaziturhan ve Rasih Dino çiftinin beşinci ve son çocukları olarak dünyaya geldi; Ali, Arif, Ahmet ve Leyla’dan sonra. Dedesi Abidin Paşa, onun dünyaya gelişinden 30 yıl öncesinde Adana Valisi’ydi. Babası Rasih Bey, Divan-ı Muhasebat Müdürü idi. Annesi Saffet Hanım ise, özellikle edebiyat ve müzik ile alakalıydı. Ailenin Türkiye’de süren yaşamı, hayatın getirdiği mecburiyetlerle yurt dışına zorunlu göçle belirsiz bir süreliğine sonlandı.

Aile, İsviçre’de Cenevre’ye yerleştiğinde Abidin henüz 6 aylıktı. Hayatının büyük bir kısmını da burada geçirecekti. Evet, şu an pek çok şeyin farkında olamayacak kadar küçüktü. Ancak bir şeylerin ayırdına varmaya, hayatı öğrenmeye başladığında galiba ilk evvela renkleri öğrenmiş olacak ki, çocukluk hafızasında en çok Cenevre’nin pastel renkleri yer edecekti. İşte bu izden yola çıkıp yıllar sonra çocukluğundan bahsederken sarf edeceği cümleler arasında şunlar da vardı:

“İsviçre’nin kışı başka, yazı başka güzel. Kışın bembeyaz, gıcır gıcır bir kar dünyayı kaplamış; yazın her tarafta alabildiğine yemyeşil otlar, rengârenk çiçekler fışkırır, Leman Gölü ise yaz kış mavi ile yeşil arası”.

Bu arada Dino ailesinin göçünden bir yıl sonra da I. Dünya Savaşı patlak verdi. Savaş, Abidin’in bebek yaşlarını gölge bırakacak kadar yakalamıştı. Yıllar yıllar sonra yaşamını anlattığı “Kısa Hayat Öyküm”de düşen bu gölgeyi işte şu cümleler çıkarıyordu gün yüzüne:

“Hepsi iyi, hepsi güzel de, bu parlak görüntünün arkasında bir felaketin var olduğunu sezinlemekte gecikmiyorum. Biraz karışık da olsa, durumu az buçuk anlıyor olmalıyım. İsviçre, daha doğrusu Cenevre, korkunç bir fırtınanın ortasında bir sal, bir sığınak. Çepeçevre ölesiye bir dünya savaşı sürüyor. Oluk oluk kanların aktığı bu Birinci Dünya boğazlaşmasında, Türkiye, Almanya’dan yana ve felaketten felakete sürükleniyor. Büyük salonda, küçük salonda, kütüphanede, yemek odasında hep o felaketten konuşuluyor alçak kademeli seslerle”.

İsviçre’de 6 yıl yaşadılar ve Paris’e geçtiler. Ancak Cumhuriyet ilan edildikten 2 yıl sonra dönebildiler ülkelerine.

1925’te İstanbul’a yerleştiler. Doğduğu, ancak lezzetini bilmediği topraklara nihayet dönmüştü Abidin. Robert Koleji’nde eğitim almaya başladı. Zaten görüp görebileceği tek okul da burası olacaktı. Önce babası Rasih Beyi, ardından da çok geçmeden annesi Saffet Hanım’ı yitiren Abidin’in sanata olan düşkünlüğü günden güne arttı ve bir gün yaşına, boyuna bakmadan o radikal kararı verdi: Okulu bırakacak ve resim yapacaktı. Başka hiçbir şeye ilgi duymadığına karar verecek kadar zekiydi. Özellikle şair abisi Arif Dino’nun da desteğinden aldığı güçle koyuldu yola…

Abisinin de desteğiyle resim, karikatür ve yazı alanında kendini geliştirmeye başladı. Minyatür ve hat sanatının yeri bir başkaydı. Kütüphane kütüphane dolaşıp ihtiyacı olan ne kadar şey varsa öğrenmenin peşine düştü; binlerce minyatür inceledi, her bir satıra aşkla dokundu.

Abidin’in ışığı kendinden başlayarak dünyayı aydınlatmaya yetebilirdi kuşkusuz. 1931’de, 18’inde gencecik bir delikanlıyken Fikret Adil yönetimindeki Artist Dergisi’nde ilkyazı ve resimleri yayımlanan Abidin, yine aynı yıl Nazım Hikmet’in “Sesini Kaybeden Şehir” ve 1932’de de, “Bir Ölü Evi” kitaplarının kapak resimlerini çizdi. Bunlar, Abidin’in resimlediği kitaplardı. Gencecikti ve çevresi onu artık bir ressam olarak görüyordu. Yalan değildi, kendisi de böyle hissediyordu.

Bu sırada Nazım ile de ömürlük dostlukları başladı. Onunla tanışmalarını yıllar sonra şöyle anlatacaktı: “Nâzım’ı tanıdığımda ben çiçeği burnunda bir karikatürist olarak çalışıyorum bir gazetede. Nâzım ise aynı gazetede düzeltmen olarak çalışıyordu. İkimiz de hayatımızı kazanmak için bu işleri yapıyorduk. Nâzım, Moskova’da fütürist ve konstrüktivist ressamların yapıtlarını görmüştü. Benim çizdiklerimi ilginç bulduğunu söylüyordu”.

Ayrıca bu yıllardaki çizimleri hakkında da şu cümleleri saf edecekti:
“1930’lu yıllarda esrar tekkeleri hala açıktı. Bunlara ger­çekten tekke denirdi, dinsel hiçbir yanı olmadığı halde. Belki yalnızca bir ritüelleri olduğu için. O tekkelere gidiyorum ya esrar çekmekten çok o dünyayı tanımak, o insanları çizmek için. O sırada yüzlerce desen çizdim”.

Kimileri ilk dönem resimlerini sürrealist olarak değerlendirse de, kendisi çok yorum içeren, biçimde abartılı, soyutla somut arası olarak tanımlıyordu. Bir yandan sanatını icra ederken, bir yandan da onu geliştirme ve yayma çabasına düşmüştü. Bu amaç etrafında toplanan, içlerinde Elif Naci, Nurullah Berk, Zeki Faik İzler, Cemal Tollu ve Zühtü Müridoğlu’nun bulunduğu grubun 1933’te kurduğu “D Grubu” adlı sanat grubunun kurucularından biri de Abidin Dino idi. Grubun adının Latin alfabesindeki dördüncü harfin olması, Nurullah Berk’in önerisiydi. Onlar, düşünce yanı ağır basan resimler yapmak, Batı’nın çağdaş akımlarıyla kıyaslanacak yenilikler getirmek istiyorlardı. Böylece Türkiye’nin ilk avant-garde resim grubu olmuşlardı. Abidin Dino’nun bu ilk dönem resimleri, D Grubu’nun sergisinde yer aldı.

Abidin, 20’li yaşlarının başındaydı ki, Babıali’de tüm dikkatleri üzerine çekmişti. Özellikle “Halkın Dostu” gazetesi için yaptığı röportaj büyük ilgi gördü. Atatürk’le yaptığı röportajda, Abidin’in çizgileri, Ata’nın gözünden kaçmamıştı. Hatta tarihe şöyle bir anıları düştü.

Abidin Dino, Atatürk’ü resmediyordu ki, Atatürk onu fark etti ve yanına çağırdı. Resmi şöyle bir inceledi; çok beğenmişti. “Yalnız önümde kadehle olmaz, o kadehi sil” dedi. Abidin de, kadehi silmek için, resmi imzalamasını rica etti. Atatürk, bu isteği tatlı bir gülümseme ile karşıladı ve karşısında duran gen yeteneği kırmadı; resmi imzalamıştı. Abidin, resimdeki kadehi sildi. Sonra da Atatürk’ün kendisine ısmarladığı bir içkiyi karşılıklı içtiler.

Bu onların tek karşılaşması olmayacaktı. İkinci kez Atatürk ile karşılaştığında Park Otel’delerdi ve yanında Bedri Rahmi Eyüboğlu da vardı. Atatürk, onu unutmamıştı. Yanlarından geçerken “Merhaba Ressam” diye selamladı ve ona bir içki yolladı…

Bir kere daha karşılaşacaklardı ve Abidin, üzerindeki gölgeden bu kez haberdar olmayacaktı bile…

1933, en verimli yıllardan biri olmuştu onun için. O yıl, Sovyetler Birliği’nin ünlü yönetmenlerinden Sergey Yutkeviç, Cumhuriyet’in 10. Yılı sebebiyle “Türkiye’nin Kalbi Ankara” belgeselinin çekimleri için Türkiye’ye gelmişti. Abidin ile Yutkeviç’in yolları D Grubu’nun sergisinde kesişti. Gezdiği sergide Yutkeviç’i özellikle etkileyen resimler, Abidin Dino imzası taşıyordu. Bu gencin özellikle sinemaya yönelmesi gerektiğini düşünmüştü. Yutkeviç, ülkesine döndükten kısa bir süre sonra, Abidin, “Lenfilm Film Stüdyoları”ndan bir davet aldı. Bu noktada Abidin’in kulağına su kaçıran isim özeldi. Abidin, Atatürk’ün öneri ve yüreklendirmesiyle kendisini Odessa’ya giden bir Sovyet gemisi güvertesinde, sonsuzluğu izlerken buldu. Abidin, 1934’te, sinema öğrenimi görmek üzere Sovyetler Birliği yolcusuydu; 3 yıl sürdü.

Burası bambaşka bir dünyaydı. Abidin, Leningrad’da geçirdiği 3 yıl içinde, Yutkeviç ve Eisenstein’den makyaj, reji, senaryo, dekor derken sinemaya dair her bilgiyi, tüm incelikleriyle öğrenecek kadar şanslıydı. Ayrıca Yutkeviç’in yönettiği “Madenciler” filminde çalışarak da öğrendiklerini test etme fırsatı bulmuştu.

Geçen 3 yılda Jean Lods, Pudovkin, Meyerhold, Isaak Babel, Ayzenstayn gibi birçok sanatçı ile tanışma ve çalışma fırsatı buldu. Sol fikirlerle de burada tanıştı. Burası onun sadece sanatsal yönünü beslemekle kalmamış, politik fikirler de aşılamıştı.

Aslında burayı da, işini de, öğrendiklerini de sevmişti. Sanatın görsel yanı onu oldukça cezbediyordu. Ancak çocuk yaşları üzerine düşen savaşın ikincisi de bu yaşına gölge bırakmıştı. 1937’de, Sovyetler Birliği, bünyesindeki bütün yabancı öğrencileri II. Dünya Savaşı nedeniyle ülkelerine gönderme kararı aldı. Abidin de Leningrad’dan ayrılmak zorunda kaldı.

Abidin, Sovyetler’den zorunlu dönüşünün ardından birkaç aylığına Paris’e geçti; sanatın kalbi Paris’e. Dönemin sanatçıları, yazarları, bilim insanları… Picasso, Gertrude Stein, Cocteau, Tzara gibi birçok özel isimle tanıştı, arkadaşlık kurdu. Film çekimlerinde ressam ve dekoratör olarak çalıştı.

Özellikle Sovyetler’de geliştirdiği politik görüşten de sonra, Abidin Dino, kendisini sosyalist ve antifaşist olarak tanımlıyordu. Bu dönemde İspanya İç Savaşı’na katılmak için gönüllüler listesine adını da yazdırdı. Ancak savaş bitince İspanya’ya gidemedi.

Abidin, 1938 sonunda İstanbul’a döndü. Artık sanat ortamıyla daha yakın ilişkileri vardı ve aldığı eğitim ile kendine güveni daha da artmıştı. “Ses, Yeni Ses, Servet-i Fünun, Yeni Edebiyat, Yeni Adam” gibi birçok dergide yazıları, resimleri ve karikatürleri yayımlanmaya başladı.

Dönüşü muhteşem olmuştu. Toplumcu gerçekçi sanat anlayışını savunuyor, yer yer uyarıcı ve yönlendirici eleştirel yazılarıyla dikkat çekiyordu. Polemiklere girdiği dahi oluyor; faşizme ve ırkçılığa karşı duruyordu.

1939 Eylül’ünde Ses Dergisi’ne yazdıklarından birinde şu cümleler geçiyordu:
“Köyden köye ağızdan ağza yayılan şarkıların yekûnu, kafamda bir katedral kadar, dört minareli bir cami kadar yer tutuyor. Tıpkı ortaçağ katedrallerini yapanlar gibi, meçhul kalan bu yaratıcıların bazılarını tanıdım. Türkiye’nin rastgele bir ovasında, rastgele karşılaştığım bir köyünde işittiğim şarkılar, sanatın nerede saklandığını bana ifşa etti.”

Özellikle yeteneği ile dikkat çekerek, sanatında sağlam adımlarla ilerliyordu. Ancak bu yükselen yanı başına dert olacaktı. 1939’da, Avni Arbaş, Selim Turan ve birkaç ressam arkadaşı ile imecenin egemen olduğu Liman Grubu’nu kurdular. Balıkçıları, liman işçilerini, yaşamını denizden zorluklarla kazanmaya çalışanları çizmeyi amaçlıyorlardı. 6 aylık bir çalışmanın sonunda açtıkları sergi ile büyük ses getirdiler.

Politik açıdan da oldukça ilgi çeker olmuştu. Bir de üzerine bu sergi, Çorum’a sürülmesine sebep olmuştu…

Çorum’a gelmiş olmak elbette onda hiçbir şey eksiltemezdi. Burada da köy temalı resimler yapmaya başladı. Gittiği toprağın bereketinden sebeplenmeyi biliyordu. Ancak yeni bir sürgün an meselesiydi, ki bu sürgün Türkiye’nin yeni bir değeri, Yaşar Kemal’i tanımasına vesile olacaktı. Kötü olarak nitelendirilen olayların altından böyle güzellikler çıkabiliyor, en ücra kaldırımlarda papatyalar açabiliyordu.

Velhasıl, Abidin burada “Kel” adını verdiği bir piyes yazmış ve bu kez de Adana’ya, Yaşar Kemal’in topraklarına gönderilmişti işte. Bu kez, değerini güneşten kazanmış, pamuk tarlalarında hayatını kazanan Çukurova insanını gözlemledi. Tablolarından tüm gerçekliğiyle Çukurova yansıyordu. Ayrıca heykelle ilgilenmeye de başlamıştı. Burada yaptığı resimler için yıllar sonra şöyle diyecek, sürgünün işe yaradığını gösterecekti:

“Sanki resmettikçe görüyordum içinde yaşadığım Anadolu insanının gerçeğini. Bu resimlerde köylü ilk kez folklorik köylü değildi. Gördüğüm yoksul, hasta, sıtmalı köylüleri çiziyordum”.

Abidin, özellikle çizgi ve desenleri ön plana taşıdığı resimlerinde işçi ve köylüyü kendine has bir üslupla değerlendiriyordu. Bu noktaya, itiraf ettiği Picasso etkisinden gelmişti. Başta onun etkisinde bebek adımlarını atmış, sonra da kendine has tavrı yakalamıştı.

Birçok dergide yayımlanan çizgi ve yazılarıyla, halktan yana duran, gerçekçi bir sanat görüşünü benimsiyordu. 18 Kasım 1938’de, “S.E.S”(Sanat.Edebiyat.Sosyoloji) dergisinin çıkmasına büyük katkısı olmuştu. Kapandıktan sonra daha pek çok derginin çıkışına da ön ayak olacaktı. Zamanla Türkiye Komünist Partisi’nin önemli üyelerinden birisi de olacaktı…

Abidin, 1943’te, Dilbilimci, yazar ve çevirmen Güzin Dikel ile evlendi. Güzin, onun ilk ve tek aşkı oldu; her şeyiydi. 50 yıl süren evlilikleri boyunca mutluluğu kalplerinde hissederek yaşadılar. Öyle ki, 2013’te verdiği röportajda Güzin Hanım da mutluluk konusuna özellikle değinmiş, “Çok mutlu olduk biz, mutlu yaşadık” demişti.

Verdiği bir röportajında mutluluk söz konusu olduğunda Abidin Dino da şöyle diyordu çok öncesinde: Bir ömür boyu Güzin’le yaşamak mutluluğun eşiğinde yaşamak demek. Güzin olmasaydı, çoktan yok olmuştum”.

Yazdıkları, resimleri, siyasi görüşleri ve ele avuca sığmaz halleriyle Abidin, hayatının en zor seçimlerinden birini yapmak için yol ayrımında, köşe başında duruyordu. Ülkesinden ayrılmaya karar vermişti. Bu gidişin 20 yıllık bir uzaklık olacağından habersiz, 1951’de, çok yakın bir zamanda geri dönmek üzere ülkesinden ayrıldı. Kuşkusuz şimdi o bebekken ailesinin gitmek zorunda kalışlarını daha iyi hissediyordu. Abidin de yüreğinin savaşından uzaklaşıyordu.

Önce 9 ay Roma’da kaldı. Sonra da Paris’e geçti. Burada eski dostları Picasso ve Tzara ile buluştu. Picasso’nun teklifiyle paylaştıkları atölyede resim ve seramik yapmaya başladılar. Sanattan kopmadığı için şanslı hissediyordu; hatta mutluydu da. Ama bir söyleşisinde kurduğu şu cümle, kalbinde kocaman bir boşluk olduğunu gösteriyordu: “Burada, Fransa’da yaşadığımı söyleyemem. Burada, Türkiye’yi yaşıyoruz”.

Evet, çoğul konuşuyordu. Çünkü burada vatan hasreti çekme konusunda yalnız değildi. Ömürlük aşkı Güzin zaten duygularını paylaşıyordu. Ama Nazım Hikmet de vardı. Zaman zaman Vera Tulyakova’nın da eşlik ettiği ev ziyaretlerinde Nazım’la sohbetleri, hep memleket hasreti üzerineydi.

1960’larda, Nazım, sevdiği Vera’ya en güzel şiirler arasında sayılan “Saman Sarısı” şiirini yazmış, Abidin Dino ve yeteneğini de eklemişti dizelere. “Seher vakti habersizce girdi gara ekspres” diye başladığı şiirinde, diyar diyar aşkla gezen Nazım, Abidin’e de soruyordu:

“Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” ve ekliyordu da:
“İşin kolayına kaçmadan ama”.
Aralarındaki bu nüktedan haller, insanın yıllar sonra bile içine dokunuyor doğrusu. Abidin, bu afilli şiire mutluluğun, belki de tezata düşüp mutsuzluğun fırçasındaki karşılığını da verebilirdi elbet; ama onun eli kalemine gitti ve şiirle verdi karşılığını: “…
Bağrımıza bassaydık seni,
Yapardım mutluluğun resmini …”

Bu şiirleşmeden sonra Abidin Dino’ya her röportajında sorulur oldu: Mutluluğun resmini yapmış mıydı, ya da yapacak mıydı? Birinde bu sorula cevabı şöyleydi:

“Mutluluğun değil; ama sevincin resmini zaman zaman yaptım. Mutluluk süreklilik gerektiren bir şey. Resim tarihinde pek de yapabilen olmadı. Korkunun, çirkinliğin, sefaletin, mutsuzluğun yapıldı da, mutluluğun hayır. Büyük sevinçler yaşadım. Evet, tekrar tekrar yaşadım. Bir ömür boyu Güzin’le yaşamak mutluluğun eşiğinde yaşamak demek. Güzin olmasaydı, çoktan yok olmuştum”.

İşin duygusal yanı bir yana, elbette burada sanat alanında pek çok çalışmada bulundu. 1954’ten itibaren 8 yıl boyunca Paris’in “Mayıs Salonu” sergilerinde bulundu. Ayrıca Paris’le sınırlı kalmadı ve Amerika, Fransa, Cezayir gibi başka ülkelerde de sergilerini açtı.

1979’da seçildiği Fransa Plastik Sanatlar Birliği Onur Başkanlığı, New York Dünya Sanat Sergisi Danışmanlığı gibi geniş çaplı ve önemli görevlerde yer aldı.

“Atom Kokusu”, “Savaş ve Barış”, “Dört Kent”, “Dağ-Deniz” gibi birçok eseri ile müze, galeri ve koleksiyonlardaydı. 1968’de Paris sokaklarında yaşanan olaylarda etkinlikleri resmetti. Türkiye’de ilk kişisel sergisini 1969’da açtığında, bu çalışmaların bir bölümünü de sergiledi.

Ödülleri
Elbette renkli yeteneğiyle ortaya çıkardığı eserleri ödüle değerdi. 1989’da Fransız Kültür Başkanlığı’nın “Sanat ve Edebiyat Altın Şövalye Nişanı”na layık görüldü.

1966’da yönettiği Dünya Futbol Kupası konulu “Gol” belgeseli ile İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi’nin yönetmen Robert Joseph Flahert anısına verdiği “Belgesel Film Ödülü”nü aldı.

Ve ömürlük ödülü ise, Avni Arbaş, Selim Turan, Hakkı Anlı, Nejat Devrim, Mübin Orhon, Albert Bitran, Fikret Mualla, Hakkı Anlı gibi özel birçok isimle beraber “Paris Türk Ekolü Pentür Sanatçıları” arasında onun da adı altın harflerle yazıyordu.

1993’te de el motifinden oluşan heykeli, Maçka’ya konumlandırıldı. Ayrıca aynı yıl “Acıyı Çizmek” ve “Biçimden Öte” kitapları yayınlandı…

Abidin’in kısa süreli planladığı ayrılık 20 yıl sürmüştü. Türkiye’deki ilk kişisel sergisini 1969’da açmıştı, evet; ama ülkeye gelmek için daha 10 yılı vardı. 1979’da, Fransız Plastik Sanatlar Birliği’nin Onursal Başkanı seçildiği yıl, dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk tarafından İstanbul’a davet edildi.

Bundan yıllar sonra 1990’da, troid kanseri teşhisi kondu. Buralara sistemli bir şekilde gelmişti aslında. Yakasını bırakmayan sağlık problemleri ciddi bir şekilde ilk kez Sovyetler Birliği dönüşünde ciğerlerinde baş gösterdi. Paris dönüşünde de askerlik yapamayacağını bildiren bir raporu vardı. Ancak yine de askere alınmıştı. Askerlik koşulları zorluydu; burada da ciğerlerindeki verem mikrobu böbreklerini etkiledi. İlk böbrek ameliyatını o zaman oldu. Ancak bu kez de ameliyat yarası kapanmamış, uzun yıllar bunun acısını çekmişti. 1966’da ikinci ameliyatını oldu ve bu kez böbreklerinden biri alındı. Ameliyatının ardından 3-4 ayı da sanatoryumda geçirdikten sonra veremden kurtulmuştu. Tabii bünyesi artık oldukça hassaslaşmıştı. Gezindiği birçok problemden sonra da kanser de karar kılmıştı.

Bu kanser onun 3 yıl daha yaşamasına izin verecekti. 7 Aralık 1993’te, Paris’te hayata gözlerini kapadı. Cansız bedeni, özlemini uzun süre çektiği ülke topraklarına, İstanbul’a getirildi ve Aşiyan’daki aile mezarlığına defnedildi. İşte Maçka’daki el motiflerinden heykeli de o zaman dikilmişti. Sonra da Kadıköy’e bir heykeli dikildi.

Kaynak : Ensonhaber.com
Yorum ve Değerlendirmeler : Bu içerik 1690 görüntüleme aldı.

Bu söze ilk yorumu siz bırakın!

İçeriğe Yorum Yapın

Bu güne özel Demli Sözler..